30 Temmuz 2007 Pazartesi

Batılı gibi mi Doğulu gibi mi?

Saksıların, daha doğrusu yayvan kapların içine sıkıştırılmış bitkiler insanda karmaşık duygular uyandırıyor. Bir yandan hayran hayran izliyorsunuz, bir resmi, bir heykeli izler gibi. Ama bu bitkiler ne bir resim ne bir heykel. Canlı, yaşayan varlıklar. Yaşama içgüdüsü, her şarta boyun eğme kabiliyeti, her yeri kaplayıp sarma azmi ile tabiatı tüm o çeşitliliği, güzelliği, renk ve biçim zenginliği ile seven bir insan tek bir bozuk noktası bile olmayan, neredeyse mükemmel, şu 'yaşayan heykeller'i nasıl sevebilir? Fukuoka'nın sözlerine uyup her şeyi kendi doğal halinde bırakmayı savunan, toprağın ürünlerini sofraya taşımak için toprağı sürmek ya da çapalamak eylemlerinin yanlış olduğunda israr eden, ekolojik tarımı, ilaçsız, gübresiz tarımı tek doğru olarak sunan biri her anı buna tam zıt eylemler ve düşünceler içeren bir merakı nasıl benimseyebilir?
İnsanın kendini dünyanın merkezini koyarak her türlü dengeyi bozduğuna inanan biri tanrıcılık oynamayı nasıl savunabilir?
Güzellik zalimliğin mazereti olabilir mi? Çinli kadınları ayaklarını bağlamaya zorlayan bir estetik anlayışı ile bonsai sistem olarak aynı değil mi?
Bir kap içinde tüm heybeti ve belki 100 yaşıyla 90-100 cm kadar (hatta daha da uzun) yükselen bir çınar ağacı karşısında duygularımız bu kadar karmaşıksa akılcı Batı anlayışı (Apollon), Batı felsefesi içimize fazla sinmiş demektir. Önümüzdeki minyatürize edilmiş ağaç başka düşünceler hak ediyor.
Batılı kitaplardan bonsai öğrenmeye kalkışmak, meseleye fazla didaktik yaklaşmayı da beraberinde getiriyor. Bir çiçekçiye gidersin, ordan mümkünse bir kenara atılmış, yaşlanmış ama sağlam, ilginç gövdeli bir bitki alırsın. Eve gelip dalları kurallarına göre kesip biçer, ardından gene kurallarına göre bir güzel telleyip istediğin şekle sokana kadar sağını solunu bükersin. Sonra köklerini temizler, kısaltır ve güzel bir kaba oturtursun. Yetenekli ya da tecrübeliysen ortaya güzel bir şey bile çıkabilir.
Bonsai bu değil bence.
Belki bir heykeltraşın mermer kütlesi önünde oturup içinde saklı heykeli keşfederek yontmaya başlaması sürecine benzer bir süreci insanın bir bitki karşısında yaşayabilmesi için yıllar geçmesi gerekebilir.
Zaten bir iki saat içinde bir bonsai yarattığını düşünmek hataların en büyüğü olsa gerek. Bir iki hileyle bir bitkiyi olduğundan çok daha yaşlı göstermek mümkünse de ancak aradan geçecek gerçek yıllar bitkiye bir özellik katabilir. Yalnız bitkiye mi? Altındaki kap da yıllardan nasibini almış olmalı ve alır da.
Bonsai'da beni en çok çeken taraf, birkaç kuşak aynı ailede varolabilmeleri, deden toruna yani. Bundan daha güzel bir miras olabilir mi? Ve bütün bu zaman boyunca o bitkinin de tıpkı içinde yaşadığı aile gibi değişimlere maruz kalması, kuşak farklılıklarını olduğu gibi yansıtabilmesi... İşte gerçekten yaşlı bir bonsai'a bakarken insanı saran o görkem duygusunun altında da canlı bir tarihle karşı karşıya olma bilinci yatmaz mı?
Batılı yaklaşımın bir özelliği işi zanaate indirgemekse bir diğer özelliği karşı koyamadığı rekabetçi yanıyla hababam yarışmalar düzenlemesi. Bu, insanı kurallara uymaya zorlar. Oysa kurallar daha çok ilk başlayanlar için geçerli olmalı. Ne demişler fikir olmadan kural bir hapishaneye dönüşür.
Bonsai o mu şu mu bilmem. Bildiğim, saksıdaki normal bir bitkiden çok daha fazla şey öğretmesi. Doğayı gözlemlemenin ötesinde özellikle bonsai yapmak istenilen o bitkiyi tüm özellikleri ve ihtiyaçlarıyla tanımak, doğadaki şekillerini içselleştirmek. Su, güneş, gölge, toprak, gübre... Budamak, temizlemek... Nasıl çiçek açtırılır... Nasıl dallanıp budaklanır... Neresini nerden koparırsam nasıl etkilenr...
Ağaçlar beni oldum olası büyülemiştir ama artık onlara daha farklı gözlerle baktığıma eminim.
Bonsai bakımını evcil hayvan bakımıyla kıyaslayanlar var. Tek bir açıdan doğru. Hapsedildikleri kaplarda kendi ihtiyaçlarını rahatça temin edebilmekten çok uzaklar. Ama yaşama iç güdüleri öylesine güçlü ki bu onları bir köpekten hayli farklı kılıyor. Köpek insana bağımlı. Sahibinin gözüne girmek için yapmayacağı hokkabazlık yok. Tabii kişilikleriyle doğru orantılı bir hokkabazlık. Ama bir bitki yılmadan büyüyor. Kabına uyum sağlıyor. İhtiyaçları karşılandığı sürece de yaşıyor. Kendi içindeki biçimi size dayatıyor.
Tabii onunla ilgilenen insanda da bazı değişimler meydana geliyor. Daha dengeli, daha huzurlu, daha sakin.
Başta tanrıcılık oynamak gibi gelen şey aslında tam tersine yol açıyor. İnsan doğadaki yerini buluyor. Kendisini unutuyor, önemini unutuyor. Merkezden yana kayıyor.
Tabii bu son iki paragraf bir gün benim de başıma gelmesini umduğum şeyler.
Şimdilik bakma ve öğrenme aşamasındayım.

28 Temmuz 2007 Cumartesi

Ağaç ve Saksı


Yedi sene az zaman değil. Yedi sene önce yeni bir hayata başlama kararını vermişken ne zamandır bir yerlerde sürünüp duran bonsai üzerine bir kitap geçti elime. Resimlere bakıp da heyecanlanmamak ne mümkün. Her bir resim denge ve huzur saçıyordu. Tam da ihtiyacım olan şeyler...
Kitabı şöyle bir karıştırdım. Neden olmasın? Ne zanaatkar ne de sanatçıyım. Ne azimliyim ne sebatkar, üstelik olağanüstü de sabırsızım. Uzun yaşamak gibi bir saplantım da yok. O halde neden olmasın? İyi kopya çekerim, taklit etmekten, hatta fikir çalmaktan da çekinmem. Yapalım şu işi. Sonunu düşünmeden bir şeye dalmaktan hoşlanırım. Bitkilerle uğraşmaktan da hoşlanırım. Yap gitsin.
Bonsai maceram işte böyle başladı.
Kitapta sözü edilen malzemeler yalan yanlış tedarik edildi. Bir çiçekçiden de bir sürü bitki alındı. Ve işe koyuldum. O katliamdan geriye üç azimli bitki kaldı. Resimlerde de görülen bir begonvil, bir çalı minesi ve bir zeytin.
Elbette şahane değiller. Yaptığım onca acemiliğe, onca hataya karşın hala yaşıyor olmaları bile başlıbaşına bir mucize.
Henüz hayatımı tümüyle ele geçirmiş değiller. Henüz görüntüleriyle olsun bana huzur ve sükunet yansıtmıyorlar. Sanat eseri olmaktan da hayli uzaklar. Ama onlar direnirken ben öğreniyorum.
Kimbilir belki bir gün...